3 Temmuz 2011 Pazar

SESSİZ REFLU DOKTOR DOKTOR DOLASTIRIYOR!


Reflü dünyada sinir sistemi hastalıkları olan şizofreni ve ağır depresyondan sonra insanın yaşam kalitesini düşüren en önemli hastalık. Reflünün belirti veren (tipik) ve belirti vermeyen (atipik) olmak üzere iki tipi vardır. Mide açken rahatlıyorsa, yemek sonrası geğirme hissi oluyorsa, tüm bu belirtiler tipik reflü hastası olduğunuz anlamına geliyor. Ancak bir de sessizce gelen, ayak izlerini göremediğimiz reflü var.  Acıbadem Bakırköy Hastanesi’nde Gastroenteroloji Uzmanı Prof. Dr. Nadir Kaya, sessiz reflü hastalarının durumu hakkında bilgi verdi.

Asit kaçıp yemek borusunun altını yakıyor
Yemek borusuyla mide arasında bir adele yapısı var ve buna “alt yemek borusu sistemi” deniliyor. Bu sistem de mideden yukarı safra asitleri gıdanın kaçışını önlüyor. Eğer burada bir bozukluk olursa mide asiti yukarı kaçıyor yemek borusunun altını yakıyor. Bunada reflü deniliyor, yani yemek borusunun altında hasar oluşuyor.
Hepimizde gün içinde sayısız reflü oluyor. Kilitli bir kapağımız olmadığından gün içinde hareketli adele yapısıyla kapak açılıp gevşiyor.  Sağlıklı insanlarda bu reflü sıklığı ve reflünün  asitin, yemek borusuyla buluşma sıklığı ve bizim buna karşı geliştirdiğimiz savunma mekanizması hasar oluşumunu önlüyor. Reflü olanlarda ise asit daha uzun süre yemek borusuyla temas ediyor.
Reflü yaşam kalitesini bozduğundan çok önemli bir hastalık. Ayrıca tanı konulup tedavi edilmezse, yemek borusundaki hasar ileriki yıllarda kanama, yemek borusu alt ucunda daralma, yemek borusu alt ucunda kanser gibi komplikasyonlara yol açıyor.
Göğüste sıkışma, ritim bozukluğu ve ses kısıklığına dikkat!
Göğüste sıkışma, ritim bozukluğu, ses kısıklığı da reflü belirtisidir. Reflüde başlıca belirtiler;
  • Kusma
  • Ağız kokusu
  • Sık sık boğazı temizleme
  • Ses kısıklığı
  • Kuru öksürük
  • Nefes darlığı
  • Astım
Alerjik kökene dayanmıyorsa genç hastalarda mutlaka reflü araştırılmalıdır. Reflü belirtilerinin hepsinin bir hastada görülmesi de beklenmemelidir.
İş stresi reflü yapıyor
Reflünün tedavi edilmesindeki ana hedef yemek borusundaki hasarı önlemenin yanı sıra, hastanın daha kaliteli bir yaşam standardına kavuşmasını sağlamaktan geçiyor. İş ve okul hayatındaki stres reflüye neden olabiliyor, kişi tatildeyken hiçbir sıkıntısı olmazken, çalışırken reflü mağduru oluyor.  Bu nedenle psikolojik destek gerekebiliyor
Kişiye özel ilaç tedavisi etkili oluyor.
Reflünün ilaçla tedavisinde “proton pompa inhibitörleri” olarak bilinen farklı gruptaki ilaçlar kullanılıyor. Asitin salgıladığı enzimi geriye dönüşsüz olarak bloke ederek 24 saat asitsizlik yaratıyor.
İlaçtan yanıt alabilmek için 14 gün beklemek lazım. İlaç tedavisi ilk 14 gün deneniyor, başarılıysa ve ses kısıklığı, astım ve kalpte ritm bozukluğu varsa en az 6 ay kullanılması öneriliyor.
Bu belirtiler yoksa, sadece sindirim sistemi şikayeti varsa yüksek dozda başlanıp, aylar içinde azaltılıp tedavi sürdürülebilir.
İlaç tedavisinde başlıca iki yaklaşım var.
Birinci yaklaşıma göre, şeker, kalp, tansiyon hastaları nasıl düzenli ilaç kullanılıyorsa, reflü hastasının da her gün ya da gün aşırı, haftada iki üç gün alması gerekebilir. Hastaların bazısı ilaç almadan bir gün bile duramıyor. Eğer bir hasta yüksek dozda ilaçla normal yaşamını sürdürürse tedavi değiştiriliyor, cerrahi ya da başka alternatifler deneniyor. Bazıları da sürekli düşük doz tedaviyle mutlu olabiliyorlar.
İkinci grup bilim adamına göre, ilaç kesilmeli, hasta şikayeti olunca ilacı 15 gün kullanmalı, yoksa bırakmalı.
Bu tür ilaçlar uzun süredir kullanılıyor. Bazı reflü ilaçlarının kalça kırıklarını arttırabileceğini gösteren bazı çalışmalar var. Çok ender bir grupta, bağışıklığı çökmüş hastalarda dikkatli kullanılmalı. Çünkü üst solunum yolu enfeksiyonları bu hastalarda yüzde otuz fazla görülüyor. Proton pompasını bu durumda daha dikkatli uygulamakta yarar var.
Reflü hastasına neler yasak?
Reflü hastalarının diyetlerine uymaları gerekiyor. Başlıca yasakları şu şekilde, sigara, alkol, kahve, çikolata, portakal suyu, greyfurt suyu, domates suyu, sirke, çiğ soğan, pul biber, aşırı yağlı yiyecekler, turşu, acı biber, çiğ sarımsak.

ISTANBUL


Cennet mi? Cehennem mi?
İstanbul, bir yanda görkemli bir tarihe tanıklık etmesi, kültürel zenginliği, jeolojik konumu, öte yanda, gitgide artan nüfusu, sabır sınayan trafiği ve çevre kirliliği gibi olumsuz etkenleriyle, taşı toprağı altın mı sorusunu tekrar tekrar sorduruyor kent sakinlerine.
Selen CAN
Bir Avrupa şehridir İstanbul. Üstelik çoğu Avrupa şehrini geride bırakacak değere sahiptir gerek konumu, gerek tarihi mirasıyla. Nitekim pek değeri bilinmez bu şehrin. Sürekli artan popülasyonun bir arada yaşam savaşı verdiği bir şehirdir, kaliteli yaşam hakkı tanımaz size.


Avrupa’nın en kalabalık şehri
İlçelere göre nüfus
1 Gaziosmanpaşa   1 milyon 13 bin
2 Ümraniye         897 bin
3 Küçükçekmece     785 bin
4 Kadiköy          745 bin
5 Bağcilar         719 bin
6 Büyükçekmece     683 bin
7 Üsküdar          583 bin
8 Bahçelievler     572 bin
9 Kartal           541 bin
10 Pendik           520 bin
11 Esenler          517 bin
12 Fatih            423 bin
13 Kağıthane        418 bin
14 Maltepe          415 bin
15 Eyüp             326 bin
16 Avcılar          324 bin
17 Güngören         319 bin
18 Şişli            315 bin
19 Zeytinburnu      283 bin
20 Sarıyer          276 bin
21 Sultanbeyli      273 bin
22 Bayrampaşa       272 bin
23 Beyoğlu          247 bin
24 Beykoz           242 bin
25 Bakırköy         215 bin
26 Beşiktaş         192 bin
27 Tuzla            165 bin
28 Silivri          125 bin
29 Çatalca           89 bin
30 Eminönü           33 bin
31 Şile              25 bin
32 Adalar            10 bin 
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin açıklamasına göre; 1945′te 1 milyon 78 bin nüfusu olan İstanbul, 1950 sonrasında yaşanan patlama ile 1955′de 1 milyon 533 bine ve izleyen dönemlerde de yıllık binde 40- 50 arasında artışla 1990′da 7 milyon 309 bin, 1997′de 9 milyon 199 bine ulaştı ve 2000 yılındayapılan sayımda da 10 milyonun üstünde nüfusa sahip bir şehir oldu.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2007 yılında gerçekleştirdiği “Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi” çalışmasında ise, İstanbul’a göçün hâlâ devam ettiği ortaya çıktı. Çalışmada İstanbul’un nüfusunun 7 yılda Bursa şehri kadar büyüyerek 12 milyon 573 bin 836’ya ulaştığı tespit edildi.
Son elli yılda 11 milyon göç alan İstanbul’da 82 ilden vatandaş bir arada yaşıyor. Türkiye’nin adeta mozaik kenti olan şehirde; Sivas’tan Trabzon’a, Iğdır’dan Çanakkale’ye ülkenin dört bir yanından 12 milyon 573 bin 836 kişi yaşıyor. Bunlardan sadece 2 milyon 167 bin 572′si İstanbul nüfusuna kayıtlı. İstanbulluların sayısının fazla çıkmasının sebebi ise birçok vatandaşın nüfus ile ilgili işlemlerini rahatlıkla yapabilmek için çocuklarını İstanbul kütüğüne kaydettirmesi. Şehre göç eden iller arasında ise Sivas, birinci sırada. Kentin genelinde 681 bin 214 Sivaslı yaşarken, onu 516 bin 556 kişi ile Kastamonu izliyor. İstanbul ‘da yaşayan Sivas, Sinop, Bayburt, Ardahan, Erzincan, Giresun ve Kastamonuluların sayısı da kendi illerinin nüfusundan daha fazla.

İstanbul ‘da yaşayanların hemşeri profilini ortaya koyan çalışmaya göre Sivas’ta 638 bin 464 kişi yaşarken, İstanbul’daki Sivaslıların sayısı 681 bin 214. Sivaslıları 516 bin 556 ile Kastamonulular, 455 bin 393 ile Giresun, 453 bin 197 ile Ordu ve 396 bin 840 kişi ile Tokatlılar izliyor. İstanbul ‘da en az nüfus barındıran iller ise 6 bin 957 ile Hakkari ve 7 bin 363 ile Burdur.
İlçelere göre yapılan dağılımda 32 ilçesi bulunan İstanbul ‘un ve Türkiye’nin en kalabalık ilçesi Gaziosmanpaşa ‘da en fazla Sivaslılar yaşıyor. İstanbullular ağırlıklı olarak Kadıköy’de toplanırken, Avcılar ve Küçükçekmece’de en fazla Tokatlılar, Bayrampaşa ve Fatih’te Kastamonulular, Bakırköy’de Malatyalılar çoğunlukta. Üsküdar, Bağcılar, Bahçelievler, Kâğıthane, Sarıyer, Şişli ve Beşiktaş’ta yine Sivaslılar ilk sırada gelirken, Eyüp, Beykoz, Zeytinburnu ve Beyoğlu’nda ise Giresunlular birinci. İstanbul’un en önemli ticaret merkezlerinden biri olan ve Fatih ilçesi ile birleştirilen Eminönü’nde en fazla Mardinliler, Esenler’de Malatyalılar, Güngören’de Trabzonlular, Kartal’da Erzincanlılar, Maltepe’de Rizeliler, Sultanbeyli ve Pendik’te Erzurumlular, Tuzla’da Samsunlular, Ümraniye’de ise Ordulular ikamet ediyor. Büyükçekmece’de Ardahanlılar, Çatalca’da Gaziantepliler, Silivri’de Tokatlılar, Şile’de ise en fazla Kocaelililer yaşıyor. Bu da gösteriyor ki İstanbul, küçük Türkiye olma yolunda hızla ilerliyor.
Yeşil alanlar gri alanlara dönüşüyor. 
Nüfus artışı bir yanda, İstanbul’da her gün bir yeni inşaata başlanıyor. Bir yanda TOKİ, diğer yanda ise özel şirketler, Ağaoğlu, Taşyapı, Kuzu Grup ve diğerleri… Yapılan her yeni sitenin, tuttuğu, tıklım tıklım dolduğu da söylenemez. Şirketler beş bin peşinatla bile ev verir oldu. Satış ofisleri sinek avlıyor ancak inşaatlar artarak devam ediyor. Üstelik devlete ait yeşil alanlar ise sürekli olarak nakit paraya çevriliyor, çoğu alan için milyon dolarlar telaffuz ediliyor. Galataport, Haydarpaşaport gibi projelerle İstanbul’un tarihi dokusu bile tehdit altına alınıyor. İstanbul’un yeşil alanı bol, sahil semti Ataköy’de aynı sebepten birkaç yıldır davalarla başı dertte. Satışa çıkarılmak istenen Ataköy Sahili ve öte yanda Ataköy sakinlerinin direnişi. Mimarlar Odası Bakırköy Temsilcisi Yönetim Kurulu başkanı Ali Hacıalioğlu, Ataköy halkının yaptığı eylemlerin en sonuncusunda; “IMF, Mütahitler ve AKP’nin diretmesi olan satış esasen bir kent suçudur. TOKİ’nin yaptığı işler bellidir. Ataköy’ün yapısına tamamen ters düşen surlarla çevrili Ataköy Konakları ve önünde dünyanın en çirkin yapısı olan bir Alışveriş Merkezi(Ataköy Plus AVM). TOKİ’ye bu ihaleden vazgeçmesini bir kez daha dile getiriyorum” diyerek halk tepkisini dile getirmiştir. Elde kalan bir parça yeşil alana bile sahip çıkılmıyor. İstanbul daha da büyük bir kabusa sürükleniyor.
Eğer çözümün bir parçası değilsen, sorunun bir parçasısın.
Bir İstanbullu olan Op. Dr. Lalehan Kutlay’a göre; “İstanbul gibi deprem riski taşıyan kentlerde yeşil alanların önemi artar. 17 Ağustos’tan sonra evlere girmekten çekinen halk¸ yeşil alanlara sığındı. Her mahallede bir deprem parkı olmalı Türkiye’deki geleneksel planlama anlayışında hızlı ve düzensiz kentleşme¸ çarpık yapılaşma¸ altyapı eksikliği¸ devamlı göç ve benzeri kavramlardan dolayı; yeşil alanlar kentleşme süreçlerinin planlama beklenti ve hedeflerinden bağımsız gelişmektedir. Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal ve kültürel gerçekler ve bunların doğurduğu kaçak yapılaşma¸ her şeyden çok eklektik oluşumların belirlediği bir kent dokusu yaratmaktadır. Birçok yerleşim için geçerli olan bu tipleşmiş kent dokusu¸ yeşil alanların yetersiz kalmasına¸ tasarım standartları açısından çağdaş kentsel yaşamın beklentilerini karşılamayan yeşil alanların oluşumuna neden olmaktadır.” Hukuk Fakültesi öğrencisi Özlem Yanar ise Avrupa’da ki ‘bisiklet’ uygulamasını vurguluyor. “İstanbul gibi karışık bir şehirde ne kadar işe yarar bilinmez, İstanbul halkı bu ve benzeri uygulamalarda henüz bilinçli olmayabilir ancak Avrupa’nın çoğu şehrinde uygulanan Bisiklet istasyonları ve bir yerden bir yere bisikletle ulaşabilmek, hem çevre kirliliği, hem trafik, hem de insan sağlığı açısından önemli ve büyük bir adım olabilir.” Diş Hekimi Alper İçel ise otopark sorunundan yakınıyor. “Her semte yer altı otoparkları yapılmalı, araçlar yolun ortasında geçişi engelleyecek konumda park edilmemeli ve görüntü kirliliği oluşturmamalı. “ İstanbul’da metrobüs tartışmaları ise bitmek bilmiyor. D100 trafiğini altüst eden ‘kolaylık’ metrobüslerin yerine ise gelişmiş çoğu ülkede olduğu gibi yer altı ulaşımında ilerlemek, metro inşaatlarına önem vermek daha gerçekçi bir çözüm olabilir. Bu sıralar Beylikdüzü’ne ulaşması planlanan metrobüs için CHP İlçe Başkanı Ekrem İmamoğlu ‘da benzer düşüncede, “Metrobüs tartışılıyor. Biz daha önce de söyledik. Sorunun çözümü metrobüs değildir. Metrobüs için teklifler alındı ama hala sonuç belli değil. Bize göre yine bu iş hayal. Ayrıca biz buraya metrobüs değil metro öneriyoruz. E-5 bugün trafik açısından zaten çıkmaza girmiştir. ” dedi.


Hastalık değil 'FARKLILIK'; Down Sendromu


Yüzlerce Down Sendromlu Çocuk Farklılıkla Normal Bir Yaşam Sürmeye Çalışıyor.
İstanbul’da bir devlet okulunda akranlarıyla beraber anasınıfına giden down sendromlu Efekan, aslında onunla aynı kaderi paylaşan bir çok down sendromlu için iyi bir örnek.  Geçirdiği her nöbet onun aleyhine de olsa, Efekan ailesinin ve okulunun ilgisiyle hayata sımsıkı sarılıyor.
Yiğit Efekan SEVEN, 2005 doğumlu. Fatih Neslişah İlköğretim Okulu, Anaokulu’nda eğitim görmekte. Orta düzeyde zihinsel geriliği var.  Anaokulu öğretmeni  Derya ALPKAYA, “ Konuşması çok az sadece belli başlı kelimeleri kullanabiliyor. ‘anne, baba, gel’ gibi..” diyerek Efekan’ın durumunu açıklıyor. Efekan’ın hala altı bağlanıyor.
Efekan’ın annesinde ise kalça çıkıklığı var. Evde boncuk işi yaparak ailesini geçindiriyor. Babası şizofreni hastası, zaman zaman hastaneye yatıyor.  Kendinden bir yaş büyük ablası var. Anne Seven, ileride onun da şizofreni  hastası olmasından endişeleniyor.
Efekan neyseki şanslı bir çocuk. Okulda oldukça ilgilenilmesi ve arkadaşları tarafından sevilmesi dışında annesi  Zeynep  SEVEN, maddi durumları yeterli olmadığı halde Efekan’ın tüm eğitimleri almasını sağlıyor. Anasınıfına gelmesi dışında Efekan bireysel eğitimlerini de alıyor.


Peki Nedir Down Sendromu?
Down sendromu, Trizomi 21 veya Mongolizm;  genetik düzensizlikten ötürü, kişide fazladan bir 21. kromozomun  buluması  durumudur.  Sık sık zihi
nsel kavramadaki rahatsızlıklar ve fiziksel gelişimin tipik yüz görünümü gibi farklı olmasıyla ilişkilendirilir. Gebelik sırasında  tanımla
nabilen bir rahatsızlıktır.
Çocukluğun erken dönemlerinde sağlanacak olan aile ve tıp desteği ile eğitici özel okullar sayesinde  down sendromlu çocuklar geliştirilebilirler ancak down sendromunda bazı genetik  sınırlamaların getirdiği fiziksel durumlar tam olarak düzeltilemez, eğitim ve ilgiyle sadece yaşam kalitesi yükseltilebilir.
Neden Mongolizm?
Yıllar önce bu hastalık incelendiğinde, doğan bazı çocukların farklı ırklardan olmalarına rağmen Moğollara benzediği gözlemlenmiştir.  Üst göz kapaklarının aşırı katlanıp gözlerinin çekik olmasıyla Moğollara yapay olarak benzedikleri için bu hastalığa “Mongolizm” çocuklara da (Moğollara benzeyen anlamında) “Mongoliot” veya “Mongol” denilmiştir.  İsim İngiliz hekim John Langdon Down tarafından 1866’da konulmuştur. Günümüzde, Asyalı bilim adamlarının baskısıyla hastalık, doktorun ismi olan “Down sendromu”  olarak söylenmeye başlanmıştır.
Down Sendromlu Çocukların Gelişimleri
Bu çocuklar, genelde boy ve kilo açısından daha yavaş büyürler,  daha yavaş öğrenirler, problem çözme ve karar vermede  diğer çocuklardan daha çok zorlanırlar. Zeka seviyeleri normalden düşük olarak kalır. Ancak iyi ve erken başlanan eğitimle zeka seviyelerinde anlamlı yükselmeye rastlanır.  Down Sendromlu çocuklar iyi bir eğitimle normal birey şeklinde hayatlarını sürdürebilirler. İmkan tanındığında meslek edinebilirler.  Fizik tedavi, özel eğitim ve dil terapisine ihtiyaç duyulur. Bunlar için planlı ve programlı bir şekilde profesyonel yardım almak gerekir.  Down sendromlu çocuklar kendi aralarında farklılık gösterebilirler,  bu yüzden çocuğun ihtiyaçlarına uygun bir programla özel eğitim, beraberinde sosyal ve duygusal gelişimi , bilişsel gelişimi ve motor gelişim desteklenir.  Fizik tedaviye ise down sendromlu bebekler 2 aylıkken başlanmalıdır. Düzenli kontrollerle  duruma göre tedavi desteklenir.  Dil terapisine gelince, down sendromlu çocuklarda konuşma geç gelişir. Erken  dönemde başlayan dil terapisi ile ortalama 2-3 yaşında konuşma başlayabilir.
DoSt Yasam Down Sendromu Vakfı
Türkiye’de bu konuyla ilgili tek bir vakıf var ne yazıkki. DoSt Yaşam Down Sendromu Vakfı.
Vakıf; 1996 yılı başlarında aynı soruna sahip birkaç ailenin, ortak sorunları karşısında ortak çözümler üretmek, her türlü dayanışmayı gerçekleştirmek amacıyla biraraya gelmesiyle oluşmaya başlamıştır.
Vakıf kuruluş başvurusu Aralık 1997′de yapılarak yasal prosedür işletilmiş, Mayıs 1998′de onaylanmıştır.
Vakıf, Down Sendromunu bir özür olarak görmeyip, yaşamın farklı bir yüzü olarak değerlendirmektedir. Down Sendromlu bireylerin anayasal haklarına sahip üretken yurttaşlar olarak toplumdaki yerlerini almaları – ancak sorunun toplumsal bazda ele alınması ile mümkün olacağı – düşüncesinden yola çıkılarak tüm Türkiye çapında Down Sendromlu çocuk sahibi ailelerle iletişime geçilmektedir.

ÇİKOLATAKOLİKLERE KÖTÜ HABERLER!


Depresyonda olabilirsiniz!
Son araştırmalara göre çikolata depresyonda olmamıza neden olabilir. Ama neden?
Sizde hergün çikolata yiyenlerden misiniz? Felaket tellalı olmak istemem ama  Archives of Internal Medicine’ın araştırmalarına göre ne kadar çikolata tüketirseniz, o kadar depresyonda olabilirsiniz.
California San Diego Üniversitesi’nde araştırmacılar 1.000 kişi üzerinde yaptıkları çalışmaya göre, antidepresan kullanmayan ve ayda 8.4 porsiyon çikolata tüketen kişilerin depresyon belirtileri gösterdiği buna karşılık depresyon belirtileri göstermeyen kişilerinse 5.4 porsiyon tükettiğini buldu. Depresyon ölçeğinde daha da yüksek sırada olanlar ise, ayda yaklaşık 12 porsiyon çikolata tüketiyor.


Araştırmacıların bulduğu en ilginç kanı ise, depresif insanların mutlu insanlara gore daha fazla karbohidrat veya yağlı yemek tüketmediği – stresin genelde bu tür yiyeceklere yönelttiği halde.Tek meditasyon yiyeceği gözüken ise çikolata. Üstelik sadece kadınlar  değil, erkekler de kadınlar kadar çikolata müptelası olabiliyor.
Kakao ve depresyon ilişkisi
Herkesin cevap bulmak istediği soru ise: Çikolata depresyonu daha da kötüleştiriyor mu? Ya da insanlar daha iyi hissetmek için miçikolata tüketiyor? Hala bilmiyoruz. Bu özel çalışma depresif insanların neden daha fazla kakao tükettiğine yer vermedi;ancak, geçmiş çalışmalar çelişkili sonuçlar ortaya koyuyor.
2006 yılında, Journal of Affective Disorders’ın yaptığı çalışmaya göre ‘çikolata kötü modu kalıcı kılabilir’. Diğer çalışmalara göre lezzetli herhangi bir yiyecek , beyinde kendinizi iyi hissettiren kimyasalları salgılamanıza yardımcı olur. Diğerleri ise çikolatanın kronik depresif kişilerde stres hormonlarının seviyelerini azaltabileceğini söylüyor.